1. Bölüm
Güneşin ortasında bir havuz, bir boşluk. Kıpırdamadan duruyor. İçinde ben. Deniz yatağında sırt üstü yatıyorum. Gözlerim kapalı. Ellerim başımın altında. Boşlukta belli belirsiz süzülüyorum. Yıpranmış kuru bir günün cansız ağırlığı üstümde. Kol saatime son baktığımda ikiye çeyrek vardı. Yaklaşık yarım saattir yatıyor olmalıyım. Zaman sanki bedensel bir varlık; yorgun ve mola vermiş. Yaşlanmamak için kendini tutuyor. Dokunsam ufalanıp yalnızlığa savrulacak. Karışmıyorum. Yatıyorum. O da bana karışmıyor.
Havuz beyaz renkli yüksek bir binanın terasında. Düz çizgileri olan keskin köşeli kutu gibi bir gökdelen. Biraz ileride alış veriş merkezleri var. Diğer tarafta başka gökdelenler duruyor, ama bundan daha yüksek değiller. Şehir merkezi olmasına rağmen caddenin gürültüsü bu yükseklikten duyulmuyor. Burası plazaların yan yana dizildiği ve yolların altlı üstlü birbirine girdiği kalabalık bir yer. Gökdelenin her katında farklı bir iş yeri var. Son katında ise fitness salonu. Terastaki havuz fitness salonuna ait. Yarı olimpik yüzme havuzuna göre küçük. Terasa açılan tek bir kapı var. Köşede duruyor. Diğer köşede ise bir bar var. Önünde dört beş tane yuvarlak taburenin, arka tarafta küçük bir mutfağın olduğu bir yer. Bar da aynı binanın kendisi gibi minimalist bir görünüme sahip. Beyaz. Düz. Köşeli. Yan yatmış bir ilaç kutusuna benziyor. Terasın kenarındaki cam korkulukların dibinden bile aşağıdaki caddeyi, yandaki binaları görmeniz imkansız Sadece uzaklardaki semtler ve orman görünüyor. Bu terasa çıkan biri sadece gökyüzünü görebilir. Fitness salonuna düzenli gelmesem de her hafta beni havuza çeken şey yüzmenin ötesinde bu özgürlük. Buranın ruhumu taşıyan bir beden alternatifi olduğunu düşünüyorum. Sadece suyun ve gökyüzünün oluşu. Gerisi hiçlik.
Havuz geçen haftaya göre kalabalık, fakat herkes kenarda. Suda yalnızım. Kimisi şezlongda müzik dinleyerek güneşleniyor, kimisi kitap okuyor. Seslerini duyuyorum. Sohbet edenler, gülenler; kadeh tokuşturanlar, yemek yiyenler. Birisi çıplak ayaklarıyla koşuyor. Zihnimde küçük bir kız çocuğu canlandı. Bardan aldığı dondurmaları şezlongdaki kardeşine yetiştirme telaşındaydı. Klor ve güneş kremi kokusu ızgara dumanına karışıyor. Birisi hamburger sipariş ediyor. Otuzlu yaşların ortasında zengin bir erkek sesi. Genç bir kızın ‘sadece patates kızartması’ istediğini duyuyorum. Sesinde yapay bir asalet var. Bikini giydiğini hayal ettim. İpli olanlardan. Bakımlı teni güneşte bronzlaşmış. İkisi yan yana duruyor olmalı. Gözlerimi kaldırıp izlemek istedim. Başımın döndüğünü hissedince vazgeçtim. Adam hamburgerini beklerken göz ucuyla iplere bakıyor olmalı. İplerin yanık tende bıraktığı izlere. Belki sevgililer. Belki olacaklar. Barbeküden yanık et kokusu gelirken bu gece neler yapacaklarını merak ettim.
Havuzun diğer tarafında birkaç bardak kayıp yere düştü. Birisi hemen, diğerleri seramik zeminde birkaç defa zıpladıktan sonra kırıldı. Alkolün davetkâr kokusu etrafa çöktü. Kısa bir sessizlik. Sonra homurdanan bir adamın sesi. Sanırım garson. Sert adımlarla uzaklaştı. Süpürge getirmeye gitmiş olmalı. Ardından herkes kendi gürültüsüne kaldığı yerden devam etti.
Üzerimde mavi bir mayo var. Geçen yaz almıştım. Biraz sıkıyor ama umursamıyorum. Düzeltecek halim yok. Dün gece koltuk altımı jiletle traş ettim. Küçük bir kesik oldu. Güneşin altında sızlıyor. Duş aldıktan sonra krem sürmeyi düşündüm. Havuza girmeden içtiğim votkanın etkisi geçmek üzere. Kendime geldim sayılır. Dudaklarım kuru, dilim sudan düşmüş bir deniz canlısı gibi yatıyor. Biraz daha böyle kalırsa kuruyup ölecek. Yine de havuzdan çıkıp bardan su almak zor geliyor. Havuza geldiğimde hemen girişte bir kadın görmüştüm. Şezlongda uzanmış kitap okuyordu. Portakal rengi bikinisinin üzerine tül kadar ince krem rengi bir pareo giymişti. Kumral saçları uzun ve dalgalıydı. 70’ler modasına uygun, dış kenarları sivri bir güneş gözlüğü takıyordu. Boyu bir yetmiş beş ya da bir seksen olmalı. Uzun ve biçimli bacaklarını bir sanat eseri gibi sergiliyordu. Henüz havuza girmemişti. Beni fark etmedi ancak ben onu hatırladım, daha önce tren istasyonunda görmüştüm. Biraz içip havuza girdikten sonra tanışmaya karar verdim.
Bacağımda bir kıpırtı hissettim. Sanki bir kara sinek ağır aksak adımlarla dizime yürümeye çalışıyordu. Gözlerimi açmadan elimle savuşturdum. Sanırım gitti. Ben de kurtulmaya çalıştığım düşünce yumağına tekrar dolandım. Kendime baktığımda şunu görüyorum: Bir sürü işin arasında kendime zaman ayırıp bir şeyler yapsam da, düşüncelerimde hep bir endişe hali var. Sanki orada olmamalıyım, o şeyi yapmamalıyım gibi. Bu yüzden asıl sorumluluklarımı, işimi, ilişkilerimi aksatıyor gibi hissediyorum. İlişki demişken, gerçekten bir ilişkim var mı, emin değilim. Mesela geçen hafta sonu bir festival vardı. Perşembe ve cuma işlerimi yoluna koyup festivale gittim. Cumartesi ve pazar sabah dörde beşe kadar kaldım. Ancak bir türlü orada olamadım. Zihnimde geçmiş anılar ve gelecek planlar döndü durdu. Hep bir belirsizlik hali. Alışkanlık haline dönüşmüş, ruhuma işlemiş, ‘bir şeyler yetişmeli’ endişesi. O şeyler her ne ise, yetiştiğinde bile huzursuzluğum geçmiyor. Çocukluğumu hatırlıyorum. Karanlıkta Casio saatimin ışığı yanınca mutlu olurdum. Şimdi hiçbir şey o kadar mutlu etmiyor.
Bacağımda tekrar bir kıpırtı hissettim. Beni düşüncelerden koparıp havuza geri getirdi. Kara sinek tekrar konmuş olmalı. Elimle aynı hareketi yapıp savuşturdum. Yürümeyi durdurdu ancak uçup gitmedi. Orada durmaya devam etti. Bacağımın üzerinde, mayomla dizimin tam ortasında. Başımı kaldırıp gözlerimi açtım. Göz kapaklarım iğne iplikle dikilmiş gibiydi. Gözlerim ışığa alıştığında o şeyi görebildim. Bulutsuz gökyüzünün altında bacağımda parlayan bir şey vardı. Ağırlığı bacağıma baskı yapıyordu. İğne gibi batmaya başladı. Güneş gözlüğümü çıkarıp gözlerimi ovuşturdum. Tekrar baktım. Bacağımda altın renginde bir böcek duruyordu. Gözlerini bana dikmişti.
2. Bölüm
Gözleri siyah iki noktaydı. Hangi yöne baktığı belli olmuyordu ama bana diktiğini anlayabiliyordum. Kusursuz bir yapısı vardı. Uzun antenleri, zar gibi kanatları, karnından çıkan sayısız eklemli bacakları. Dikkatli baktığınızda kanatlarındaki ince damarları ve pürüzsüz kabuğundan yansıyan güneşi görebilirdiniz. Usta bir kuyumcunun özenle yaptığı kocaman bir mücevher gibi. Göz kamaştırıyordu. Şaheser taşıdığı tüm değer ve anlamla bacağımda duruyordu.
Aklıma votka şişesi geldi. Hiç düşünmeden böceği elimle savurdum. Suda biraz süzüldükten sonra mavi havuzun dibini boyladı. Gözden kayboldu. Ya da ben öyle olduğunu sandım. Altın bir böcek mi? Kendime gelmeye çalışıyordum. Alkolün etkisi geçmemiş olabilir. Havuzdan çıkıp su içmeye karar verdim. Deniz yatağından inip havuza girdim. Hafif bir baş dönmesi hissettim. Başımı önüme eğip havuzun kenarına yürümeye başladım. Şezlongumun olduğu tarafa. Güneşin sudaki dalgaları topaklanmış gümüş tozu gibiydi. Yansımalar iç içe geçen bulanık daireler şeklindeydi. Çarptıkça gözümü yakıyordu. Derin bir boşluk, sebepsiz bir hiçlik sardı etrafımı. Ahenk içinde salınan gümüş tozları arasında yürürken hiçliği kulaklarımda hissettim. Boşluğun basıncı. Olmayan kaba bir uğultu. Beynimi zonklatan şey sinüslerimi doldurup kulaklarımdan taşıyordu sanki. Havuzun kenarına vardığımda neyin garip olduğunu anladım. Az önce yatarken duyduğum seslerin hiç birini duyamıyordum. Sorun kulaklarımda değil o sesleri çıkaran insanların olmayışıydı. Havuzun çevresinde kimse yoktu. Bir anda ortadan kaybolmuşlardı. Belki havuzda sızdığımda çıkıp gittiler. Uykuyla uyanıklık arasında duyduğum o seslerin üzerinden çok fazla zaman geçmişti. Belki uykuya dalmıştım ve bunun farkında değildim. Hani hep olur ya, uyuyakalırsınız, sonra biri sizi uyandırır. Zaten uyumuyordum ki dersiniz. Aslında uyumuşsunuzdur.
Kol saatime baktım. İki buçuğu biraz geçiyordu. Havuz bu saatlerde dolu olurdu. Havlumu alıp kurulandım. Sonra bara yöneldim. Bar havuzun diğer köşesindeydi. Şezlongların yanındaki plastik sehpalarda fastfood yemek artıkları ve içecekler vardı. İki kara sinek yarısı yenmiş pizza diliminin üstünde ellerini ovuşturuyordu. Yiyeceklerin bazıları güneşte kurumuş bazıları tazeydi. Bara geldiğimde şaşkınlığım arttı. Masada yarısı yenmiş bir hamburger ve kenarına mayonez sıkılmış patates kızarması vardı. Tabakların yanında yarım kalmış kola ve bira vardı. Bira güneşte parlıyordu. Sanki yeni içilmiş gibi beyaz köpükler bardağın boş yüzeyinden aşağı akıyordu. Taburelerin arasından bara eğildim. İçeri baktım. Izgarada hamburger köfteleri dumanlar saçarak kızarıyordu. Köftelerin hemen yanında ikiye kesilmiş ekmekler yatıyordu. Izgaraya yeni koyuldukları belliydi ancak aşçı ortalıkta yoktu.
Bardan birkaç adım geri gittim. Kendi etrafımda döndüm. Şaşkınlık içindeydim. Bulutsuz gökyüzünden kopan güneş tüm çıplaklığı ile geliyordu. Altında ona teslim olmuş havuz, beyaz bir çarşaf gibi yatıyordu. Camlarla çevrili bu yerde benden ve pizzadaki sineklerden başka canlı yoktu.
Eşyalarımı alıp çıkmaya karar verdim. Birkaç adım attıktan sonra beni iyice şaşırtan bir şey gördüm. Bu şey tepedeki güneşe rağmen hala ıslak duran başka insanların ayak izleri değildi. İki şezlong arasındaki sehpada ısrarla çalan cep telefonu da değildi. Bu şey terasa açılan tek kapıdan içeri dalan bir köpekti.
Güçlü yürüyüşünün ardında gizlemeye çalıştığı bir acı vardı. Kürkü siyah ve inceydi. Yüzünde ve vücudunun çeşitli yerlerinde büyük yaralar vardı. Sanki kürkü yanmış, derisi yer yer yüzülmüş gibiydi. Pembe eti güneşte parlıyordu. Yürüdükçe yapışkan jel içinde kaslarının hareketini görebiliyordum. Etlerin arasından siyah kıl yumakları fışkırıyordu. Boynunda mavi bir tasma vardı. Bir sahibinin olduğu belliydi. Başını çevik bir hareketle çevirip çıktığı kapıya baktı. Sebebini anlamadım. Geldiği kapıdan çıkıp gideceğini sandım ama öyle olmadı. Yürümeye devam etti. O kapıdan uzaklaşırken ben de havuzun diğer tarafından kapıya yürümeye başladım.
Ayağımı sürüyerek birkaç adım attım. Şezlonga gidip eşyalarımı almaktan vazgeçtim. Ne yapacağı belli olmayan bu köpeğe yaklaşmak pek akıllıca değildi. Dikkatli baktığımda dişi bir Doberman olduğunu anladım. Yüzünün, göğsünün, ayaklarının yarasız kısımlarında ve anüsünün çevresinde pas rengi lekeler vardı. Dinlenecek bir yer arıyordu sanki. Evine gideceği yere yanlışlıkla terasa girmiş olabilirdi. Ortada kimse yokken bu köpeğin fitness salonuna, oradan da terasa çıkması akıl alır gibi değildi. Açık yaraları yüzünden güneşe ve suya hassasiyeti olduğunu düşündüm. Kapıya doğru iki adım daha attım. Tam bu sırada havuzun karşı tarafından beni fark etti. Beyaz çarşafta kurumuş kara bir kan lekesi gibi duruyordu.
Gözleri yoktu. Onun yerine çekilmiş diş boşluğuna benzer iki kanlı çukur vardı. Yine de bana baktığını görebiliyordum. Dişlerini gösterdi. Aşınmış bir mengene gibi hırlıyordu. Sırtındaki kıllar dikilmiş, kuyruğunu bacaklarının arasına almıştı. Bu yaratığa canavar demek daha doğru olurdu. Çarpık, hastalıklı çenesinden sarı salyalar akıyordu. Gözlerindeki karanlık boşluk kalbimde koca bir delik açtı. O an ölümü gördüm. Parçalanan kalbimi, kan havuzunda çırpındıkça dibe batan kendimi gördüm. Ölüm sancı dolu bir çığlıktı şimdi. Karanlık bir kuyunun duvarlarında yankılanıyordu. Kulak zarlarım patlamak üzereydi. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Adrenalin vücudumda dolaşırken, geçmişim ve geleceğim tek bir ana sıkıştı. Hayatımın dönüm noktasındaydım. Su götürmez bir gerçek işte tam burada, karşımda duruyordu. Savaşmak mı? Kaçmak mı? Başım dönmeye başladı. Mantıklı düşünemiyordum. Algılarım kristal kadar berrak olsa da canavarın bana yaklaştığını fark etmedim. O an kontrolsüzce kapıya koşmaya başladım. Canavar kaçtığımı görünce havuzun bu tarafına geçip peşimden geldi. Kapıyı ittirdim, açılmadı. Tekrar deneyecek zamanım yoktu. Havuzun diğer tarafına koştum. Canavar yaralı olduğu için benden yavaştı. Aramızda havuz olduğu sürece güvendeydim. Şimdi yer değiştirmiştik. Beni ilk gördüğü yerdeydim. Hangi taraftan bana yaklaşacağını hesaplıyordu. Öldürme istediği göz çukurlarından fışkırıyordu. Çarpık dişlerini baldırıma geçirmek, etimi koparıp fırlatmak istiyordu. Bunu acıktığı ya da benden nefret ettiği için istemiyordu. Canavar bir iblis olduğu için, yaratılışının bir parçası olduğu için istiyordu. Ölümüm onun için bir anlam ifade etmekten çok uzaktaydı. Beni önemsemeden, sıradan bir şekilde öldürecekti. Sahte yaşam çarkının günlük kurbanlarından biri olacaktım.
Ciğerlerimdeki nefesi vermeden, yenisini almaya çalışıyordum. Canavar gökgürültüsü gibi kükredi. Kalbim patlamak üzereydi. Barın arkasında ikinci bir kapı olabilir diye düşündüm. Bu tip binalarda genellikle yangın kaçış kapısı olurdu. Ancak şu an o tarafa ulaşmama imkan yoktu. Canavar barın tam önünde konumunu koruyordu. Az önce açmaya çalıştığım kapının tersi istikamete canavara doğru bir kaç adım attım. O da hırlayarak bana yaklaştı. Pençeleri bilekten türemiş parmakları andırıyordu. Budanmış bir ağacın gövdesinden tomurcuklanıp uzayan ince dallar gibi. Üzeri siğile benzeyen pembe yumrularla doluydu. Bir kaçı havuz kenarındaki ızgaradan içeri girmişti. Kırılmak üzereydi ancak buna aldırmıyordu. Birbirimize biraz daha yaklaştık. Tam saldıracağı sırada dönüp kapıya koşmaya başladım. Tekrar denemekten başka çarem yoktu. Havuzun köşesini dönerken baktığımda canavar bir tazı gibi koşuyordu. Bu kez daha hızlıydı. Elimi kapı koluna attım. Bu sırada kapının içeri değil dışarı açıldığını fark ettim. Canavar her an baldırlarıma yapışabilirdi. Dönüp bakacak vaktim yoktu. Tüm gücümle kola basıp kapıyı kendime çektim. Zorlanmadan açıldı. O kadar kolay açıldı ki, dengemi kaybettim. Az kalsın sırtüstü düşecektim. Kendimi soyunma odalarının olduğu koridora attarken ardına kadar açılan kapıyı kapatamadım. İki adım ancak atmışken omzumda bir ağırlık hissettim. “Yardım edin,” diye bağırsam da yaşadığım dehşet nefesimi indirgedi. Cılız, yıkık dökük iki kelime gırtlağımda sıkıştı. İleri atılmaya çalışırken derimin sırtımdan aşağı yarıldığını hissettim. Belimden ılık bir akıntı yayıldı. Ayağım kaydı. Yüz üstü yere yapıştım. Acı içinde arkama döndüm. Ağzıma ve burnuma dolan salyalardan soluk almakta zorlanıyordum. Yüzünü gördüğümde dehşetle geriye çekildim. Gözlerinin olmadığına yemin edebilirdim. Farklı beslenme alışkanlıklarından dolayı kokusu mide bulandırıcıydı. Ağırlığını tüm vücudumla hissediyordum. O an tonlarca gibi geldi. Oysa daha yirmi dakika önce turuncu bikinili kadının ağırlığını hayal ediyordum. Hareket edemiyor, nefes alamıyor ve kaçmak için çırpınırken yalnızca çaresizliğimin derinleştiğini hissediyordum. Can havliyle doğrulmaya çalışırken canavar dişlerini omzuma geçirdi. Fışkıran kanın ılıklığı kolumu kapladı. Bu sırada bir kaç yumruk atmayı başardım. Bir anlık gerilemesini fırsat bilerek kendimi geri çekip çıplak ayaklarımla bir tekme attım. Canavar sıçrayıp testere gibi dişlerini göstererek yandan saldırdı. Beyaz seramiğin üzerine yayılan kan gölünün içinde çırpınıyordum. Canavar karın boşluğumdan bağırsaklarımı deşmeye başladığında kapıda bir karaltı gördüm. Terastan karanlık koridora giren ışık gözlerimi kamaştırsa da kapı eşiğinde bekleyen silüeti tanıdım. Bu turuncu bikinili kadındı. Gözlüğünü çıkarmıştı. Pareosu hala üzerinde ve ıslaktı. Bel hizasından bağlamış ve düğüm yerine altın sarısı bir aksesuar tutturmuştu. Güneşte parlayan bu aksesuarın bacağıma konan böcek olduğunu anladım. Bu sırada kadının arkasında terastaki kalabalığı gördüm. İnsanlar geri gelmişti. Bunun nasıl olduğunu anlamadım. Mantık yürütecek durumda değildim. Kadın kılını bile kıpırdatmadan yerde çıpınışımı izliyordu. Güzelliği güneş ışığından daha keskindi.
Casio saatimi hatırladım. Uzun süredir hiç bir şeyin veremediği bir huzur yayıldı içime. Kendimi bıraktım. Canavar kalbimi sökmeye çalışırken kadın gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gülümsedi.
Artık ne olacaksa olsun dedim.
Güneş turuncuydu. Ortasında mavi bir havuz vardı. Şimdi ikisi de yanıyordu.
Haziran, 2024
Comments