top of page
  • Yazarın fotoğrafıCihan Deger

ZAMANIN BAŞKA BİR İSTASYONUNDA

Eylül ayının son cuma günüydü. Hava kapalı, ağır ve yorgundu. Nefes almak ve konuşmak zor geliyordu. Sesler havanın ağırlığında eziliyor, suya atılmış bir avuç toprak gibi dağılıp dibe çöküyordu. Taksiden indiğimde sağanak yeni durmuştu. Islanmadan kendimi tren garına atabildim. Yeni bir proje için İzmir’e gidiyordum. Kol saatime baktığımda ikiye çeyrek kalayı gösteriyordu. Her zaman beş dakika ileride olacak şekilde ayarlarım. Yani yirmi dakikam vardı.


Yüksek tavanlı istasyon binasının ağır ahşap kapılarını ittiğimde yüzüme vuran ter, kuru yemiş, meşrubat ve paçavra kokusu üzerime yapışıp vücudumu içeri çekti. Tren saatini kontrol etmek için salonun ortasındaki ekranlara yürüdüm. İçerideki gürültü, orada olduğunu bildiğim ama çıkaramadığım bir kıymık gibi beynimde ilerledi. Adımlarımı sıklaştırdım.


Bekleme koltuğunda genç bir kadın büfeden aldığı salamlı sandviçi küçük kızıyla paylaşıyordu. Kadın ayran içmesi için ısrar edince kız yediklerini pembe lastik çizmelerinin üstüne kustu. İki yaşlı adam ve bir kadın aldıkları piyango biletini birbirlerine gösteriyor, kendi ücralarında bir parça mutluluk için şanslarını arıyorlardı. Gişe kuyruğunda bekleyen uzak doğulu turist grubu cep telefonuyla video çekiyordu. Sadece o an orada bulunan ve tekrar bir araya gelmeyecek olan insanlar. Sanki birisi onların adına gizli bir plan yapmış, hepsini aynı anda aynı yerde toplamak için çeşitli oyunlar kurmuştu. Şimdi hepsi birden tren garının ve birbirlerinin kaderini paylaşıyordu.


Sırtımdaki yağmurluk içerideki havanın yoğunluğuyla ağırlaştı. Çıkarıp elime aldım. Ekrana bakarken arkadan biri ittirince irkilip döndüm. Çürük burunlu yaşlı bir çingene arkamda dikiliyordu.


“Trenler nereden kalkıyor?”


Kadının boyu benimkinin yarısı kadardı. Bir elinde her an patlayacak gibi duran bir bohça taşıyordu. Diğer elini göbeğinin altından eteğin içine sokmuştu. Mide bulandırıcı kokular yayıyordu. Cevap vermeden başımla karşıdaki kapıları gösterdim. Güldüğünde yara gibi açılan dövmeli dudaklarının arkasında altın dişleri parlıyordu.


“Saat kaç?”


Bilet gişelerinin üstünde aslı duran büyük saate bakıp söyledim: “İkiye çeyrek var,”


Teşekkür etmedi. Arkasında saklanan küçük çocuğu peşinde sürükleyerek peronlara açılan kapıya yürüdü. Ben de arkalarından gittim. Küçük çocuk paytak adımlarla yaşlı çingeneyi takip ederken arada dönüp bana gülümsüyordu. Biçimsiz kesilmiş sarı düz saçları vardı. Makas izleri belli oluyordu. Mavi paltosunun renginden oğlan olduğunu düşündüm. Ağzındaki lolipop şekeri yere düşürdüğü an çığlığı bastı. Ağlarken yanakları ve burnunun ucu kızardı. Çingene telaşla durup çocuğu omuzlarından sarstı. Yerdeki lolipopu görünce diliyle temizleyip tekrar çocuğun ağzına soktu. Sonra yürümeye devam etti. Adımları durmak üzere olan bir saatin saniyelerine benziyordu. Çocuk çingeneyi takip ederken dönüp tekrar bana sırıttı. Bu kez lolipopu ağzından çıkarmayı akıl etmişti. Çocuğa bakıp gelecekte nasıl biri olacağını düşündüm. Tren garlarındaki kokmuş bir nefesten fazlası olmayacaktı.


Kalabalıktan kurtulup peronların bulunduğu açık alana çıktım. Yedi numaralı peron için alt geçidi ararken sol taraftaki kafenin bahçesinde oturan kadın dikkatimi çekti. Üzerinde saat asılı çelik kolonun dibindeki masaya oturmuştu. Bacak bacak üstüne atmış, dizine koyduğu kitaba eğmişti. Üzerinde lacivert dar kot pantolon, sırtında haki renginde bir trençkot vardı. Kumral saçları uzun ve dalgalıydı. Kullandığı şampuanın kokusu gardaki esintiyle burnumdan girip kanıma karıştı, hiç yaşanmamış anıları canlandırdı... Kadının nereye gittiğini merak ettim. Yaklaşıp okuduğu kitabı sormak ve iyi yolculuklar dilemek istedim. Saate baktım. İkiye on vardı.


Yanındaki masaya oturup bir sigara yaktım. Telefonu çalınca kadın kitabı masaya bıraktı. Çaktırmadan baktım. Barış Bıçakçı’nın romanı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’yı okuyordu. Geçen yıl okumuştum. Aklımda kitaptan kalan birkaç bölüm vardı.


Telefona “Evet, ben Melek,” diye cevap verdi. Daha uygun bir isim olamazdı diye düşündüm. Dalgalı saçları viski gibi parlıyordu. Sahibinin kontrolünden çıkmış, bir uçurumdan okyanusa dökülen şelale gibi omuzlarına yayılmıştı. Şampuanın tuzlu kokusu şimdi daha yoğundu. Garı okyanusun kıyısına sürüklüyordu.


Yanıma gelen garsona filtre kahve sipariş edip tekrar telefon konuşmasına odaklandım. Arayan bir sigorta acentası olmalıydı. Araba kaskosu hakkında konuşuyorlardı. Sanırım kaza yapmış. Tazminatı ne zaman alacağını sordu. Sakin ve kendinden emindi. THY’de çalıştığını duydum. Pilot ya da hostesti.


Garson kahveyi karton bardakta getirdi. Daha iyi, yanıma alabilirdim. Melek telefon görüşmesini bitirip tekrar kitaba dönünce doğru anın geldiğini anladım. “Kitapla ilgili bir şey mi söylesem yoksa kazayı mı sorsam?” dedim içimden. Kazayı konuşmak istemeyebilir diye düşündüm. Ayrıca onu dinlediğim ortaya çıkabilirdi. Kahveden bir yudum alırken göz ucuyla saati kontrol ettim. İkiye on kalayı gösteriyordu. Kitaptaki Kasap Gani bölümünü ima edip, en sevdiğim kısım olduğunu söylesem ne derdi acaba?


“Az önce okudum. Evet, güzeldi,” Gülümsediğinde dudağının kenarında beliren ince çizgi kaşlarıyla ahenk içinde cennete uzanan bir yol gibiydi. Makyaj yapmamıştı ama bakımlıydı. Dişleri muntazamdı. Ben de gülümsedim.


“Unutmanın cinayet olduğu fikri hoşuma gitmişti. Sanırım o bölümdeydi,” dedim.


“Evet, bu bölümdeydi,” Birkaç sayfayı geri çevirip bölümü buldu ve adını söyledi: “Hatırlamak yalnız bırakır,”


“Hayatın özeti,” dedim. Tekrar gülümsedi.


“Ben de en çok Selma ile Umut’un beş yıl sonra aynı saatte aynı yerde buluşma fikrini sevdim,”


Eliyle başına buyruk saçlarını kulağının arkasına atıp başını kaldırmadan gözlerini bana dikince oturduğum sandalyeye mıhlandım. Saatin kaç olduğu, kalkmak üzere olan tren aklımdan uçtu gitti.


“Bence beş yıl uzun bir süre, daha kısa olmasını tercih ederdim,” dedim. Karşılıklı gülüştük.


“Yok, bence iyi. Daha kısa olsa, Umut’tan ayrılması ve başka biriyle nişanlanması için yeterli vakit olmazdı,”


“Sahi, Selma Umut’la buluşmaya gittiğinde başka biriyle nişanlıydı, değil mi?”


“Evet! Selma’nın nişanlı olduğu halde gelmesine şaşırdım. Umut’un gelmemesi ise üzücü,”


“Bence Selma evli olsa da gelirdi…” Kalkıp elimi uzattım. “Bu arada ben Yağmur,” dedim.


“Ben de Melek,”


O da kalktı ve elimi sıktı. Adını ilk kez duyuyormuş gibi yaptım. Boyu bir yetmiş beş ya da bir seksen olmalıydı. Trençkotun içine vücudunu saran koyu yeşil, boğazlı bir kazak giymişti. Saçları neredeyse beline geliyordu. Bir süre konuşmadan birbirimize baktık. Belki birkaç saniyeydi ama bana daha uzun geldi. Nereye gittiğini sordum. Cevabı hayal kırıklığı yarattı. Aynı trende değildik.


Başını çevirip kapılara bakınca ben de aynı yöne baktım. İleride çürük burunlu çingene peşinde sürekliği çocukla istasyon binasından çıkıyordu. Çocuk paytak adımlarla çingeneye yetişmeye çalışırken dönüp arkasına bakıyordu. Çingene ve çocuktan kısa süre sonra aynı kapıdan çıkan kendimi gördüm. Yağmurluğum elimdeydi. Saatimi kontrol ediyordum. Acele adımlarla alt geçidi ararken etrafa bakındığımı gördüm. Başımı bu tarafa çevirdiğimde göz göze gelir gibi olduk. Kafeyi görmüştüm… Daha doğrusu Melek’i. Adımlarım yavaşladı, bu yöne çevrildi.


Az önce karşımda ayakta duran, elini sıktığım Melek şimdi önümdeki sandalyede oturuyor, kitap okuyordu. Saate baktım. İkiye on kalayı gösteriyordu. İstasyondan çıkan kendim Melek’in önüne kadar yürüyüp durdu. Kadın kafasını kaldırdığında sanırım göz göze geldiler ama konuşmadılar. Sonra diğer kendim altgeçide yöneldi.


“Biletinizi görebilir miyim?”


Başımı sese çevirdiğimde kondüktörü gördüm. Tepemde dikiliyordu. Trendeydim. Başım dönüyordu. Bileti uzattım. Kontrol ettikten sonra gitti. Saate baktım. İkiyi yirmi geçiyordu. Omzumu cama dayadım. Bozuk bir saatin birikmiş saniyeleri gibi aceleyle geçen ağaçlara, elektrik direklerine ve binalara baktım. Melek’i düşündüm… Eğer adı öyleyse tabi. Acaba şu an ne yapıyor, hangi trenle nereye gidiyordu? Keşke zamanım olsaydı, konuşabilseydim.


“Sonra,” dedim içimden.


“Zamanın başka bir istasyonunda, daha sonra…”


Haziran, 2015 - Mart, 2023 Bu öykü 2024 yılında Edebiyatist dergisinin 52. sayısında yayımlanmıştır.

32 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

AŞK. KÖPEK.

Havuzda güneşlenen bir adam gözlerini açtığında bir gariplik fark eder. Durumu anlamaya çalışırken davetsiz bir misafirle karşılaşır.

Comments


  • Facebook
  • Instagram
bottom of page